Nazilli’de dağlarına gelin gibi kar yağmış, soğuk ve yağmurlu bir Nisan perşembesiydi.
Arabamı park edebilmek için Nazilli’nin ara sokaklarında turlar atıyordum.
Defalarca karşılaşıp selamlaştığım, birkaç park yeri arayıcısı gibi...
Kaderdaşlarımın hepsinde oflamalar, puflamalar...
Yüz ifadelerinden, 'Ne olacak bu Nazilli’nin park sorunu?' dedikleri anlaşılıyordu.
Şanslı günümdeydim.
Beş Eylül İlkokulu’nun hemen arkasından bir araba benim için park yerini terk ederken, yüzümdeki mutluluğu tahmin edebilirsiniz.
Yağmurlu bir perşembe günü, hem de yağmur yağarken iyi bir park yeri bulmuştum.
Ne şanstı ama…
Tıpkı, yoğun iş tempom arasında zar zor programa yetiştim edasıyla tiyatro salonuna geç gelip, en öne oturan kırmızı kravatlılar gibi hissettim kendimi. (Sanki, telefonla salonu arayıp, program başladıysa öyle gelelim dediklerini bilmiyormuşuz gibi...)
Arabamı park edip kapıları kilitledim.
Sağanak bir yağmur yağıyordu Nazilli’nin sokaklarına...
Okulun duvarına yaslanmış, başını iki elinin arasına almış bir çocuk gördüm okulun dışında...
Yağmurda ıslanmış, saçlarından damlayan yağmur, gözyaşlarına karışmıştı.
O'nu sağanak yağmurda yürüyerek görseniz ağladığını anlayamazsınız.
Sağanak yağmur altında ağlayanın da gülenin de hali birdir.
Adını sordum defalarca...
Yüzüme bile bakmadı...
Belli ki ailesi 'tanımadıklarınla konuşma' diye tembihlemişler.
İyi de etmişler.
'Bak evladım, ben de bir öğretmen, ben de bir babayım' dedim.
'Ne derdin var?' diye sorunca göz göze geldik bir çift umutlu kahve gözle...
Adını sordum; ‘Murat’ dedi dudaklarının ucuyla...
'Koçum benim, ne güzel adın var. Senin adın dilek demek, istek demek. Dile benden ne dilersen' dedim.
'Hayır! Dilek değilim ben... Benim adım Murat!' dedi tekrar...
Gaf yapmıştım.
Toparlamalıydım.
Belli ki işim zordu.
'Bak benim üniversitedeki en iyi arkadaşlarımdan birinin adı da Murat’tı' dedim.
Neden ağladığını sorduğumda, yine bir feryat figan koptu.
Annesinin verdiği 1 lirayı kaybetmişti!
Yağmurda aramış, aramış ama bulamamıştı.
'Ben vereyim sana 1 lira...' dedim.
‘Cık’ dedi. (Aslında çıkan ses yazılamıyor, dilin damağa yaslanıp çekildiğinde çıkan ses! O sesle birlikte aynı zamanda iki omuz bir kere yukarı çekilip bırakıldığında ‘Hayır’ anlamına geliyor)
'Borç olarak vereyim' dedim.
Yine ‘Cık’ dedi.
'O zaman istediğini alayım' dedim.
Yine aynı ses, yine aynı hareket!
'Cık’
Sonunda patladı Murat!..
'Annem evden çıkarken tembih etti. 'Bu paranı harca ama sakın düşürme' dedi. Ben o parayı nasıl düşürürüm!'
Annesine verdiği sözü tutamadığından ağlıyordu yumurcak...
Kocaman yüreğiyle dürüst yetişme yolunda bir çocuk...
Elleri öpülesi anne ve baba, eğitimin ailede başladığının dersini veriyordu adeta...
Cebimdeki 1 lirayı yerden bulmuş gibi yapıp çocuğun ağlamasını dindirmeyi de düşündüm. Çünkü gözyaşlarına değmezdi 1 liranın kaybolması!
Çocuktaki erdem, bunu bana ‘Yapma!’ dedirtti.
'Seni böyle dürüst ve onurlu yetiştiren anne ve babanla tanışmak isterim' dedim.
Biraz yumuşadı.
'Hadi kantinden birer simit ayran alalım birlikte yeriz' dedim.
Bu son teklifimi 'Sen de yiyeceksin ama' diyerek kabul etti Murat...
Çok sevinmiştim.
Sevmişti beni Murat...
Oyuncaklarını tarif etmeye başladı; Beni evlerine davet etti.
'Kabul' dedim.
Bir sorunu vardı ama Murat’ın..
Sınıftaki en sevdiği arkadaşı Elif, küçücük şeylerden hemen küsüveriyordu Murat’a...
'Kızlar bazen öyledir Murat' dedim.
'Kırılgandırlar. Alınıverirler küçük şeylerden! Sen kırılma Elif’e... Boş ver barışırsınız' dedim.
'Barışmam' dedi kararlılıkla...
Belli ki bıkmıştı gereksiz küsmelerden!
'Elif, kız gibi bana küsüp duruyor. Ben de kız gibi değil, erkek gibi küseceğim O'na! Yaptığını anlasın bakalım!' dedi.
Gülüştük…
Murat evini tarif etti. Ben de O'na kartımı verdim.
Hafta sonu buluşacağız küçük dostumla...
Onurlu ve dürüst dostumla…
Saygılarımla...