"Dünyanın bütün dağlarında, ormanlarında, bir tek yaprağı bile bir başkasının tıpkısı olarak yaratmamıştır Tanrı. Oysa siz farklı olmayı delilik sanıyorsunuz." demişti Coelho...
Herkes hakkında her şeyi bilemezsiniz. Biliyormuş gibi yapmaktan vazgeçin ve bunun yerine anlamaya çalışın. Çünkü anlaşmanın ilk şartı anlamaktır. Sadece on dakika gördüğünüz bir kişi hakkında insan sarrafıyım demekten ve destanlar yazmaktan vazgeçin. Bazı şeyleri sadece yaşayanlar bilir. Yaratılmışların en üstünü insandır ve bazen öyle kapılardan geçer, öyle yollardan yürür ki... Aşağılık bir insana dönüşebilir ya da tam tersi, sizin onda gördüğünüzden daha büyük bir derinliğe sahip olabilir. Aynı dönemeçlerden dönmediğiniz birini yalnız kendi algınız, kendi yaşadığınız hayat kadar anlarsınız.
Yanınızdan geçip giden insanların sadece varlıklarını hissetmekle kalmayın, onların yüzlerine bakın. Hepsinde sahip olmadıkları şeylerin acısını göreceksiniz. Bunu yaparsanız yalnız olmadığınızı görmüş olursunuz. Çünkü hepimizin birbirine benzeyen beklentileri vardır hayatta. Ayaküstü yaptığınız o kısacık sohbet anlarında on kişiden sekizi bir şeylerden yakınır; yapamadığını, yetmediği, kavuşamadığını, zaman bulamadığını anlatır. Bitip tükenmek bilmeyen ihtiyaçlar ve istekler...
Yetersizlik hissi denen şey var, olanla yetinemeyenlere tuhaf şeyler yaptırır. Hatta bu tuhaf şeyler; hiç olmayacak şeyleri bile ihtiyaç olarak algılatabilen bir duygudur. Tüm bunların en acı tarafı da şu, çoğu insan içten içe özlemini çektiği şeyin zenginliğindeymiş gibi davranır. O yukarıda bahsettiğimiz her şeyden yakınan insanların sosyal medya paylaşımları, içlerinde taşıdıkları eksikliği anlamak için yeterli bir kanıttır. Ne kadar eksikse o kadar tammış gibi rol yapar, allar pullar ve sunar. Çünkü insan başkalarını kandırabilmek için öncelikle kendisini kandırmaya mahkumdur. (Paylaştıkları hikayelere kimseyi umursadığım yok. Yalnız ve çok mutluyum yazarlar ve kime olduğu belli olmayan onlarca subliminal mesajlar yayınlarlar. Çok mutluymuş gibi bir poz verip altını öfke kusan yazılarla süslerler) aslında bu bir çeşit yardım çağrısıdır bilin istedim.
Ne demişti Sigmund Freud: “Bir insan bir yere bakıyorsa orada ilgilendiği bir şey vardır. Bir insan bir yere hiç bakmıyorsa, orada ilgilendiği bir şey kesinlikle vardır.”
Bu yüzden samimiyetsizdir insan ilişkileri. Ve mutlu gördüğü herkesi mükemmel zanneder. Onun gibi davranmayı seçer. Halbuki bir insanın gittiği yol istediği yere varmıyorsa çok yorulur. Bu yorgunluk hali yaşama isteğimizi azaltır. Daha tahammülsüz bir varlık haline dönüşürüz. Tüm bunların olamaması için yetinmeyi bilmek en güzel önlemdir. Beğenmediğimiz (dedikodusunu yaptığımız) kişilerde göremediğimiz en önemli yanları belki de bu eksiklik halidir.
Bazen çözümlemeye çalışırız insanları, çözümleyemediğimiz de yıkmaya çalışırız. Bazen de tanımaya, alışmaya çalışırız. Ancak yanlış yerden bakarsanız hiç birini başaramazsınız. Doğru yerden bakmak nasıl olur peki; insan dediğimiz varlık, sadece yardımsever, iyi niyetli, hoş görülü, cömert, vefalı, merhametli, dürüst değildir. Tabi aynı insan aynı zamanda; soğuk, öfkeli, bencil, suçlu, vefasız, acımasız, ikiyüzlü de değildir.
İnsanlar; bazen yardımsever, bazı anlarda ikiyüzlü bazı anlarda iyi niyetli ve sıklıkla bencildir.
Bunun nedeni duygu durum bozukluğu değil, kişiliktir. Çünkü kişilik yalnızca sizi yansıtanlar demek değil sizi diğer insanlardan ayıran her şeydir. Kalıplar aynı, içerikleri ise bambaşkadır.
Biri için kişiliksiz dediğiniz durumlarda, bunu size söylemeye iten şey ortaya konmuş en bariz kişiliktir. Çünkü kişilik: bir kişinin kendine ait özelliklerinin, manevi ve ruhsal olarak tüm niteliklerinin tamamıdır. Saklayabilirsiniz ama değiştiremezsiniz. Ancak tüm bunların yanı sıra göz ardı edilemeyecek öyle büyük bir gerçek var ki adı da tecrübe. Bakın; alanının en iyisi olan Psikolog Freud bu konuda ne demiş;
"İnsanlar yavaş yavaş inanmamayı, güvenmemeyi, sevmemeyi ve kronik şüpheci olmayı öğrenir. Bu gerçekleştiğinde artık ne yazık ki çok geçtir. İnsanların “Tecrübe” dediği şey budur. Kalbiyle bağlantısını kaybetmiş bir insana “tecrübeli” denir.
Değiştiremeyeceğimiz bu gerçekleri, anlayarak ve kabullenerek yaşarsak daha samimi, daha gerçekci insan ilişkileri kurarız. Daha az hayal kırıklığı yaşarız. Ve gerçeğin toz bir pembeden ibaret olmadığını, her şeyin her zaman mükemmel olamayacağını, en olumsuz durumların bile hayatın olağan akışına tabi olduğunu unutmazsak rol yapmaktan vazgeçeriz. Var olan her şey bütünsel anlamda yaşamın bir parçasıdır. Her sabah yataktan kalktığımızda o gün için çabalayacak, fiziksel ve ruhsal olarak emek verecek bir uğraşımız kalmadığında yaşama sebebimizi kaybederiz. Bazı maddi sorunları olan bir yakınıma nasılsın dediğimde bana verdiği cevap şu olurdu.
- "Her sabah evden çıkarken yüzüme maskemi takıyorum ve içim kan ağlarken insanların yüzüne gülümsüyorum."
Halbuki benim sorum, nasılsın? Sorusuydu. Verdiği cevap benim soruma karşılık bir cevap değil. Peki ben bu cevap karşısında ne öğrenmiş oldum? O kişi için öncelikli olan kendisi değil başkaları, onun için önemli olan kendisini nasıl hissettiği değil, başkalarının onu nasıl gördüğü. Ortalama ömrü yetmiş yıl olan bir varlık için hayatını başkalarının gözünde nasıl göründüğünü tartarak yaşamak zorunda olmak. Kendi değerlerini böylesine hoyratça yağmalatmak aşağılık bir hayat yaşıyor olmak olmaz mıydı? Bence insan sahteliğin zevkinde kulaç atmak yerine gerçeğin zorlu koşullarına tahammül edecek kadar üstün yaratılmıştı.
Mine Mulcar