Yaratılmışların en şereflisi ‘eşref-i mahlukat’ olan insanın gerçekten aptal olduğunu söyleyemeyiz. Zira bizler aptal olursak, akıllı kime diyeceğiz. Ama insanoğlu aptal değilse bile korkunç derecede nankördür.
Evet, eşi bulunmaz bir nankör!
İki ayaklı nankör!
Hepsi bu kadarla kalsa yine iyi, çünkü böylece en büyük kusuru unutulmuş olurdu. İnsanın en büyük kusuru, Nuh Tufanı’ndan günümüze kadar süregelen ve alnının kara yazgısı olan erdemsizliğidir. Erdemsizlik ve buna bağlı olarak ölçüsüzlüktür. Ölçüsüzlüğünde erdemsizlikten ileri geldiği çoktandır bilinen bir gerçektir.
İnsanlık tarihine şöyle bir göz atın, bakın neler göreceksiniz!
Görkem mi?
Göz alıcılık mı?
Sonradan görmelik mi?
Tekdüzelik mi?
Kısacası insanlık tarihine hasta bir hayal etme gücünün uydurabildiği her şey yakıştırılır da ‘ağırbaşlılık’ yakıştırılmaz. Daha söze başlamadan sözünüz ağzınıza tıkılır.
Hayatta karşınıza şöyle tuhaf bir durum çıkmaktadır;
Ellerinden geldiğince erdemli, ağırbaşlı davranmayı kendilerine amaç edinen, sanki dünyada erdemli, ağırbaşlı yaşanabileceğini göstermek istercesine çevrelerine ışık saçan bir takım erdemli, ağırbaşlı kişiler, bilgeler vardır.
‘E, sonra?’
Sonrası belli:
Bu gösteriş düşkünlerinin çoğu, eninde sonunda sapıtarak akla gelmedik haltlar yerler.
Şimdi size sorarım;
Bu gibi tuhaf nitelikleri olan yaratıklardan başka ne beklenir ki?
Böyle birinin önüne bütün yeryüzü nimetlerini serin;
Mutluluk denizine, başı kaybolana kadar gömün;
Elini sıcak sudan soğuk suya sokmadan, yalnızca uyuması, ballı-kaymaklı yemesi, için bütün zenginlikleri yığın;
Bakın, bu insan salt nankörlüğü, rezilliği yüzünden başına ne püsküllü belalar açacaktır!
Balı-kaymağı gözü görmez;
Bile-bile en zararlı yaramazlıklar, saçmalıklar yapar.
Bunun tek nedeni, akıllı uslu yaşayıştan bıkıp, tehlikelere göre kanatlanan hayal gücünü her işine katmak istemesidir. Akıllara durgunluk veren hayallerini, en koyusundan aklını gereği gibi kullanmamayı elden bırakmak istemez. Çünkü içlerinden geldiği gibi davranan tekdüze insanlar, siyasetçiler, gazeteciler, sözde aydınlar, dar görüşlü oldukları için, kafaları çalışmadığı için iş becerirler.
Bunu size şöyle izah edeyim:
Bu tür insanlar dar görüşlü oldukları için, özellikle siyasette önlerine çıkan ilk sebepleri ikinci dereceden de olsa ana sebep sanırlar. Davranışlarına sağlam bir dayanak bulduklarına herkesten çabuk ve kolay inandıklarından dolayı da içleri rahattır.
Bakın benim bir dostum var.
O, yalnız benim değil, sizin de dostunuzdur.
Beyler; Onunla dost olmayan yoktur!
Bu dostum bir işe başlamadan önce akıl, mantık yollarına göre nasıl davranması gerektiğini açık, tumturaklı bir dille anlatır size. Bununla da kalmaz, bir insanın normal, gerçek çıkarlarından coşkuyla, tutkuyla söz ederek, ne kendi çıkarlarını, ne de erdem denen şeyi anlamayan miyoplarla acı-acı alay eder.
Arkasından bir çeyrek gün bile geçmez ki ortada değişiveren bir durum, bir sebep yokken, bir içgüdüyle eskisinden tam tersi bir yol tutar;
Artık ne mantık kuralları kalmıştır, ne de başka bir şey…
Şunu da söyleyeyim:
‘Dostum’ demekle genel bir anlam kastettiğim için, bu döneklikte yalnızca bir kişiyi suçlamak biraz zordur.
Bakın size bir şey söyleyeceğim:
Beyler; Acaba insanın en üstün çıkarından daha değerli gelen bir şey, ya da mantık çerçevesinde son derece yararlı, başka bir çıkar yol yok mudur?
Bu öyle bir çıkar olsun ki, bütün öbür çıkarlara göre daha ön planda, daha çekici gelsin insana;
Bu en büyük, en değerli çıkarı elde edebilmek için, insanoğlu, gerekirse her türlü kuralı hiçe sayarak, mantığa, onura, huzura, refaha, kısacası bütün güzel ve yararlı şeylere aykırı düşen bir yol tuttursun.
‘Demek ortada yine bir çıkar var’ diyeceksiniz.
İzin verin, şimdi size her şeyi anlatacağım.
Söz cambazlığı değil benim işim. Asıl anlatmak istediğim. Sözü geçen çıkarın bütün sınıflandırmalarınızı bozması, kişilerin mutluluğu için çırpınan insan severlerin koyduğu sistemleri darmadağın etmesidir.
O, kendi mantığıyla böyle bir sonuca varmış olabilir. Ama insanlar bir takım soyut kavramlara öylesine düşkündürler ki salt mantıklarını haklı çıkarmak için gerçekleri bile değiştirmeye, gözlerini kapayıp, kulaklarını tıkamaya razıdırlar.
Bunu gerçekten anlaşılması kolay bir örnek olduğu için aldım.
30 Mart yerel seçimlerinde yaşanan olayları şöyle bir bakın;
Kan gövdeyi götürüyor. Seçilme uğruna Muhtarlar, Belediye Başkanları birbirini öldürüyor. Kan akıyor. Hem de şampanya gibi bütün neşesiyle akıyor.
Uygarlık, demokrasi, milli iradeye saygı, neyimizi yumuşatmış anlayalım!
Duygularımızın çeşitliliğini çoğaltmaktan başka ne işe yaramıştır demokrasi, uygarlık.
Bugünün insanları henüz mantığın ve bilimin buyurduğu biçimde davranmayı, Allah korkusu içinde davranmayı beceremediklerini söyleyeceksiniz. Bundan başka insanlar yeryüzünde yasaların hüküm sürdüğü, yaptıkları her şeyin isteklerine göre değil, bu yasalara ve kanunlara oluştuğu gerçeğini öğreneceklerdir diyeceksiniz. Şu halde bize yalnızca bu yasaları bulmak kalıyor.
Adaletin tecelli etmesi kalıyor.
Biz çıkarlarımızı anlamadığımız için, ne istediğimizi de çoğunlukla bilemeyiz. Gözümüze kestirdiğimiz bir çıkarı elde etmekte en kolay yolu seçiyoruz diye, bazen aptallığımızdan bir sürü saçmalık yaparız. Oysa bütün bunların dökümü yapılıp kağıda geçirilince, istekler bir gün mantıkla karşı karşıya gelince, artık istek duymayı bir kenara bırakıp yalnızca düşünmeye, tefekkür etmeye başlayacağız. Çünkü aklımız başımızdayken bir takım saçmalıkları istemek, böyle göz göre-göre mantığa aykırı davranıp kendi kuyumuzu kazmak imkansızdır.
Söz gelimi ben palyatif, günü birlik salt düşünerek bir kısım yeteneklerimin pek azını ortaya koymak için değil, yaşama gücümün tümünü seferber ederek yaşamak istiyorum. Zira akıl öğrenebildiği kadarını bilir, belki geride öğrenemeyeceği çok şey kalacaktır.
Bana 30 Mart seçimleri için yorum yapmamı istiyorlar. Ben gerek duymuyorum. Zaten Nazilli seçimleri için gereken yorumları gazeteci ağabeylerim yapmış.
Yine de söylüyorum benim yorumum şu:
Akıl öğrenebildiği kadar bilir, belki geride öğrenemeyeceği çok şey kalacaktır…