Osmanlı Padişahları da Bazen Ağır Sözler Söylerlerdi

Dr. Evren Gökçe

Türkiye’de ülke siyaseti ve yaşanan gelişmelerle ilgilenenlerin tartıştıkları konular arasında son zamanlarda üslup meselesi özel bir yer tutmakta. Belirli, ciddi ve saygılı bir dil kullanılması gereken siyaset dünyasındaki ifade ve hitapların seviyesinin düştüğünü bilhassa muhalefet tarafından ileri sürülmekte. 

Bazı siyasetçilerin, deyim yerinde ise siyasi jargonu bir kenara bırakıp, amiyane tabirle kahvehane lisanı yani daha serbest bir hitap tarzını tercih etmeleri muhalefet tarafından çok eleştiriliyor. Özellikle bütçe görüşmeleri sırasında HDP’lerin protestosuna karşı Süleyman Soylu’nun yaptığı hitap, Boğaziçi hadiselerinde öğrencilere destek veren CHP il başkanına yöneltilen suçlamalar gibi örnekler bunlardan bazıları. 

Osmanlı döneminde döndüğümüzde, toplumsal kurallar arasında en önde gelenlerden birisi olan üslup seviyesinin ayrı bir yerinin olduğunu görmekteyiz. Osmanlı tebaası olan sıradan bir vatandaş evinde, iş yerinde, çarşıda, pazarda, belirli bir üslup seviyesini muhafaza etmek zorundaydı. Devlet, padişah ve hanedan aleyhine konuşamaz, dini açıdan hürmetle anılan şahsiyetlerden bahsederken saygısızlık yapamazdı. Bunun en hafif cezası bulunulan ortamdan tecrit edilerek itibarını kaybetmesi idi. Bunun farkında olan Osmanlılar kullandıkları kelimelere son derece dikkat ederlerdi.

Payitaht, yani İstanbul’da yaşayan bir vatandaş için ise bu zorunluluk daha fazlaydı. İstanbullular azami olarak görgü kurallarına uymak zorundalardı. Zira bir İstanbullunun dili ve kullandığı üslubun seviyesi aynı zamanda itibarını artırırdı. Şiir, hadis, ayet ve darb-ı mesel yani özlü söz bilmesi ve bunları konuşurken iyi kullanması onu seçkin bir şahsiyet haline getirirdi. İstanbul halkının büyük bir kısmı ciddi, nazik ve görgülü idi. Bazı katı kurallar vardı ve bunları kimse aşamazdı. Bunlardan birisi de konuşurken kabalaşmamaktaydı. 19. Yüzyılda yani 1800’lerin ikinci yarısından itibaren Tanzimat’la birlikte başlayan batılılaşma bu kuralları biraz değiştirse de durum aynı idi. Mesela bir konağa alınan aşçı helva yerine halva derse kaba olduğuna hükmedilir ve gerek görülürse işine son verilebilirdi.
Saraya geldiğimizde ise durum çok farklıydı. Sarayda çok katı kurallar ve sıkı bir disiplin söz konusuydu. Atılan adımlara bile yeri geldiğinde dikkat edilmesi gerekirdi.  Yüksek sesle konuşmak yasaktı. Hatta mümkün olduğunca sessiz olunurdu. Bu yüzden Topkapı Sarayı’nda imparatorluk okulu olan Enderun’da işaret dili geliştirilmişti. Enderun’daki iç oğlanları ses çıkarmamak için işaret dili ile anlaşırlardı. Bağıran, yüksek sesle konuşan, kaba ifadeler kullanan, dini vecibelerini yerine getirmeyenler önce uyarılır, sonra cezalandırılır, en son saraydan kovulurlardı.

 Padişahın yakın hizmetinde bulunanlar mümkün mertebe işaret dili kullanırdı. Aynı durum harem içinde geçerliydi. Zaten basık ve kapalı bir yapıya sahip olan haremde yüksek seviyedeki ciddiyet ve ağırlık burayı adeta bir manastır haline getiriyordu. 

    İmparatorlukta bugün protokol denilen teşrifata, son derece riayet edilirdi. Bu hususta yapılacak bir hata, hatayı yapan eğer memursa işini, kariyerini hatta hayatını kaybetmesine kadar gidebilirdi. Örneğin, bir veziri karşılamak için gönderilen bir divan çavuşu, yanlış kavuk giyerek karşılama merasimine gittiği için görevinden azledilmişti. Başka bir zamanda Fransız elçisini karşılayan başka bir görevli teşrifat gereği elçinin sağında değil solunda yürümesi gerekirken buna dikkat etmediğinden vazifesinden uzaklaştırılmıştı.

Teşrifat padişah söz konusu olunca daha katıydı. Sadrazam olsun, paşa olsun veya sıradan bir vatandaş olsun, padişahın huzurunda iken son derece ciddi olmalı, söyleyeceği her kelimeye dikkat etmeliydi. Yapacağı bir hata felaketine sebebiyet verebilirdi. Örneğin bir ok atma yarışmasında galip gelen Osmanlı döneminin meşhur okçularından birisi padişahın huzuruna çıktığında konuşurken argo bir ifade kullandığı için az kaldı cellatlara kellesini teslim ediyordu. Binbir rica ve minnetle vezirlerin padişahı teskin etmeleriyle kurtulmuştu. Bu durumlarda padişahın öfkesi, yani gazab-ı şahane ortaya çıkıp, etrafı kasıp kavurabilirdi.
Padişah, yetkisi dahilinde bulunan idam cezası verme uygulaması ile kişiyi idam ettirebilirdi. Ancak padişahlar da istedikleri gibi davranamazlardı. Yanlış bilindiği üzere sarayda serbest bir hayat yerine esaret hayatı yaşarlardı. Bin bir teşrifat kuralının içinde her adımları takip edilen sıkıcı ve bunaltıcı bir yaşamı sürdürmek zorundaydılar. Teşrifat gereği huzurlarına çıkanlara karşı belirli bir üslup takip eder, vezirleri ve paşalarıyla mevkilerine göre konuşur, toplumda itibar sahiplerine bu itibarları derecesinde davranırlardı.

Osmanlı’da teşrifat yani protokol veya resmi ilişkiler belgelere yansıdığı kadarıyla son derece ağdalı idi. Bununla birlikte padişahtan sokaktaki sıradan insanlara kadar herkes, günümüzden biraz farklı olan bir Türkçe konuşurdu. Sarayın, halkın, devletin dili Türkçe idi. Esasen Osmanlıca dediğimiz, bu dilin içindeki Arapça ve Farsça kullanımının fazla olması idi.

Osmanlı dünyasındaki bu sıkı kurallara rağmen her toplum ve medeniyette olduğu gibi zaman zaman ağır ifadeler ve hakaretlere dair tarih kitaplarında örneklere rastlanmaktadır.  Nitekim zaman zaman padişahlar bile bazen çileden çıkarak devlet adamlarına hakarete varan sözler söylemişler ve bunların bazıları kayıtlara geçmişti. Bu örneklere dair ilginç bir anekdot deli lakabıyla bilinen, aslında deli olmayıp hayatı ruhsal sorunlarla boğuşmakla geçen Sultan I. İbrahim’e aittir.

Sultan I. İbrahim, kendisine dalkavuklukta sınır tanımayan ve bunu “padişahım siz Allah’ın yer yüzündeki gölgesisiniz, sizden asla hata görülmez, her hareketiniz ve sözünüz bir hikmet barındırır” diyerek ileri bir seviyeye taşıyan sadrazam Sultanzâde Mehmed Paşa’ya çok kızdığı bir anda “bre karpuz kıyafetlü pü…venk! bre mütevelli yapılı kodoş” diyerek hakaretle dolu bir hatt-ı hümayun göndermişti.

İlerleyen dönemlerde bu tür deyim yerinde ise olağanüstü hitaplar görülmeye devam ediyordu. Sultan III. Selim, Fransızların gizlice Mısır’a çıktığı esnada, Fransız Dış İşleri bakanı Talleyrand tarafından aleni şekilde aldatılan ve bu nedenle harekattan hiçbir haberi olmayan Paris elçisi Seyyid Ali Paşa’ya duyduğu öfkeyi “eşşek herif” diyerekten belirtmişti.

Hakaretamiz ifadeler bazen sadrazamlar tarafından da kullanılıyordu. İçeriği sebebiyle Osmanlı tarihleri arasında bir benzerine rastlanmayan Cabi Tarihi adlı eserde yer aldığına göre  yeniçeriler Alemdar Mustafa Paşa’nın konağını bastıklarında yaşanan gürültü ve patırtının sebebini soran paşaya adamları “Yeniçeriler konağı bastılar!” diye hadiseyi haber vermişlerdi. Neye uğradığını şaşıran Alemdar Mustafa Paşa ise tepkisini “Öyleyse vurun nenesini s….lerimi” diyerek ortaya koymuştu. Cabi Tarihi’nin nakline göre, hadisenin devamında yeniçeriler paşayı konağının mahzeninde sıkıştırıp, adıyla seslenerek çağırmışlar, ancak Alemdar Mustafa Paşa yine kendisini tutamayıp “Ne istiyorsunuz nenesini s….lerim” diyerekten onlara küfürle karşılık vermişti.

Tanzimat döneminde geldiğinde, bazı devlet adamlarına hakarete varan ifadelerle hitap eden padişahlardan birisi de Sultan Abdülmecid’di. Kendisinden önceki Osmanlı padişahlarına benzemeyen, Fransızca bilen, klasik müzik dinleyen, hatta bir elçilikte verilen baloya katılacak kadar açık fikirli olan Sultan Abdülmecid, sultanların yani kızlarının aşırı harcamalarından ve bu harcamaların halk arasında dedikodusunun yapılmasından bıkmış, “benim mehtapta gezen kızım yok” diyerekten onları evlatlıktan reddedeceğini açıklamıştı.

Padişah yapılan aşırı harcamalar dolayısı ile çok öfkeli idi. Bu sebeple sultanlarla evli olan ve her biri devlette yüksek görev sahibi damatlarını saraya çağırarak azarlamış, o döneme göre ağır sayılan “hain kerata! köstebek kılıklı herif! din ve devlet haini, padişah haini” gibi ifadelerle yaşanan israftan onları da sorumlu tutmuştu. Bir damadını aralarının açık olduğu kardeşi şehzade Abdülaziz’le çalışmakla suçlayıp “sen Aziz Efendi taraftarısın!” diye itham etmişti ki, bu bizzat padişah tarafından ifade edildiği için sert bir ithamdı. Tanzimat’ın mimarı Reşid Paşa’nın oğlu olan damadı Ali Galip Paşa’ya babasından kurtulduğunu “cehennem olup gitti” ibaresiyle söylemişti.  Yine bir damadını” gel seninle birer silah alalım Avrupa’daki gibi düello yapalım” diyerekten tehdit etmiş daha sonra “Abdülmecid düşmanlarını gönderir öyle gider!” diyerekten düellonun galibinin kesinlikle kendisi olacağını vurgulamıştı. 

Ancak Sultan Abdülmecid’in bu uyarıları bir müddet etkisini gösterse de ne sultanlar, ne harem kadınları ne de saraylılar israf ve lüks tutkularından vazgeçmemişler, bu tutku zamanla halka da sirayet etmiş, İstanbul’u batı tarzı mobilyalara, Paris’ten getirilen kıyafetlere, boğazda yalılara ve midillilerin çektiği landonlar gibi birçok arzu sarıp sarmalamıştı. İlginç olan bu modanın esas sorumlusu Bebek’teki yalılarına gelip batı tarzı yaşamlarıyla İstanbul’da çok konuşulan Mısırlılar yani Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın ailesi ve torunlarıydı.

Bir sonraki padişah Sultan Abdülaziz döneminde ise ilginç başka bir olay yaşanmıştı. Sultan Abdülaziz ile aralarında gizli bir yakınlaşma olduğu söylenen Fransız imparatoriçesi Eugenie de Montijo İstanbul’a gelmiş ve bir müddet Beylerbeyi sarayında ağırlanmıştı. İstanbul imparatoriçenin güzelliğini, giydiği kıyafetleri ve yaptığı gezilerinden bahsediyordu. Ayrıca padişahla aralarında mevcut olan yakınlık dillerdeydi.  Muhtemelen söz konusu yakınlaşmanın etkisiyle Eugenie de Montijo’nun ülkesine dönmesi gecikiyordu. Padişahın annesi Pertevniyal Valide Sultan ise bu durumdan rahatsızdı. Bir gün sarayda karşılaştığı imparatoriçeye dayanamayıp memnuniyetsizliğin “Bre karı! sen hala burada mısın, dönsene kocanın yanına!” diyerekten ifade etmişti. Valide Sultan’ın ne söylediğini merak eden imparatoriçeye tercüman büyük bir mahcubiyetle “valide sultan majestelerinin hatırını soruyor,” diyerekten yalan söylemek zorunda kalmıştı.

Görüldüğü gibi geleneksel bir toplum olan Osmanlı’da, bu gelenekselliğin en ağır ve değişmez bir biçimde yaşandığı sarayda bile kurallar bir kenara bırakılıp, zaman zaman bakla ağızlardan çıkarılıyordu. Ancak yine söylemek gerekir ki bunlar ender örneklerdir. Yoksa, yukarıda vurguladığımız gibi, her şeyin belirli bir kural ve kaideye göre şekillendiği Osmanlı dünyasında nezaket, görgü, edepten asla vazgeçilmezdi. Ancak, ne olursa olsun insan olan padişah, hanedan mensupları ve devlet adamlarının ve dolayısıyla halkın çileden çıkıp kendilerini tutamadıkları zamanlar oluyordu. Hatta, nezaketi, yumuşaklığı ve sakinliği ile tanınan, kendisi de bir Mevlevi dervişi olan sultan V. Mehmet Reşat bile kızdığı kişiler için ağır ifadeler kullanabiliyordu. Mabeynciliğini yapan Ali Fuad Türkgeldi’nin eserinde belirttiğine göre bir şeyhülislamlığa tayin edilecek bir zat için olumsuz görüş belirtmiş, söz konusu şahıs hakkında duyduğu memnuniyetsizliği “Öküz herif, Avrupa’da koluna karıları takıp geziyor” diyerekten ifade etmişti.

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.