Bu yıl cumhuriyetin kuruluşunun 95. yılını kutlamaktayız. İnşallah devletimiz dünya durdukça, güçlü, kararlı ve istikrarlı bir şekilde yaşamaya devam eder.
Cumhuriyet söz konusu olduğunda yanlış bilinen bir husus var. Türk devleti değil, cumhuriyet yönetimi 95. yılını geride bıraktı. Devlet, Dandanakan Savaşı’nın yapıldığı tarihten hareketle 2040 veya Kutalmışoğlu Süleyman Şah’ın İznik başkentli Anadolu Selçuklu Devleti’ni tesis ettiği yıla atfen 2074 tarihinde 1000 yaşında olacak.
Selçuklu, Osmanlı ve Cumhuriyet tek bir devlettir. Anadolu veya Batı Türk Devleti. Değişen sadece hanedanlar ve rejimler olmuştur. Kim ne derse desin, neyi inkar ederse etsin tarihi gerçeklik böyledir.
Ülkemizde son yıllarda sıkça gündeme gelen bir konu var. Bazı çevrelerde Lozan Antlaşması’nın 2023 yılında biteceğine ve birtakım gizli maddeler içerdiğine dair iddialar öne sürülüyor. Hatta konuyu başka mecralara çekenler Kurtuluş Savaşı’nın olmadığını, İngilizler’in hilafetin kaldırılması karşısında Mustafa Kemal Paşa ile anlaştıklarını, Yunan saldırısının göstermelik olduğunu dahi dile getiriyorlar. Bu iddiaların hiçbirisinin gerçekle alakası yoktur.
Türkiye’yi işgalden kurtarmak için canlarını veren aziz şehitlerin hatırasına saygısızlık yapılmamalıdır. Onlar sayesinde bugün Ege bölgesinde yaşıyoruz. Eğer Yunanlılar Sakarya’da durdurulup Büyük Taarruz’da yenilmeselerdi, eğer ilk hedefimiz Akdeniz, yani günümüzdeki Ege olmasaydı, bugün Nazilli bize ait değildi. Aydın, İzmir, Muğla hatta Balıkesir ve Bursa bile elimizden giderdi. Ve burada tek bir cami, tek bir mescit, tek bir türbe ve tek bir kabir kalmaz, Türk milletine ait her türlü değer ve hatıra acımasızca yok edilirdi. Bunun kanıtı Yunanistan’ın Osmanlı’dan kalan tüm eserleri yıkmayı devlet politikası haline getirmesidir. O yüzden, Yörük Ali Efe’yi, Demirci Mehmet Efe’yi, Kuva-i Milliyecileri, Çete Ayşe’yi, Miralay Şefik Aker’i ve adları bilinmeyen tüm kahramanları minnetle anmak en büyük vazifemizdir.
Kurtuluş Savaşı mübarek ve aziz bir mücadeledir. Kime, neye inanırsanız inanın, hangi görüşte olursanız olun böyledir. Sayı önemli değildir. Düşmanın kaç tane olduğu da. Mesele varlık yokluk meselesiyse tek bir muharebe bile kurtuluş savaşı sıfatını kazanır. Nitekim Rusların kurtuluş savaşı Hitler’in ordularına karşı Stanlingrad’da gösterdikleri ünlü direniştir.
Lozan Anlaşması’na gelince, adı üzerinde, Lozan en başta bir anlaşmadır. 1912’den başlayarak on yıl durmadan savaşan, milyonlarca kilometre kare toprak kaybeden, yakılıp yıkılan, nüfusunun büyük bir bölümünü kaybeden ülkenin bir an önce yaralarını sarmak için acele etmeye ihtiyacı vardır. Olumsuz koşullar ortadadır. Bir an önce fiilen ortadan kalkan Sevr’in hukuken de yok edilmesi lazımdır.
Lozan‘a gönderilen heyette İsmet Paşa ve tartışmalı bir isim olan Rıza Nur gibi kişiler vardır. Türk heyeti ile başta devrin süper gücü Büyük Britanya, Fransa ve diğer Avrupa devletleri arasındaki görüşmeler şiddetli geçmiştir. Bir iki defa kesilen görüşmelerde bazı konularda mutabakata varılamamıştır. Musul-Kerkük anlaşılamayan konular arasında başta gelmektedir. Zira o yöredeki petroller emperyalist batı devletlerinin iştahını kabarttığından Musul ve Kerkük’ten vazgeçmemişlerdir.
Anlaşmanın imzalanması karşılığında tarafımızdan hilafetin kaldırılacağının sözünün verildiği iddiası kesinlikle doğru değildir. Yukarıda vurguladığımız gibi kaynakları Balkan Savaşı’ndan başlayarak I.Dünya Savaşı arasında kalan sürede neredeyse tükenen devletimizin yapacağı pek bir şey yoktur. Görüşmelerde yapılan hataların olması mümkündür. Zira İngiliz istihbaratının Türk heyetine telgraf yoluyla gönderilen bütün direktifleri ele geçirdikleri bilinmektedir.
Üzerinde uzlaşılan maddelerin Türkiye’ye neleri getirip neleri kaybettirdiği siyaset tarihçilerinin ve diplomasi uzmanlarının yorumlaması gereken bir konudur. Fakat şu kesindir. eğer masada bir şeyleri kaybetmişsek bu gerek siyasi, gerek ekonomik gerekse askeri açıdan yeterince güçlü olamamamızla ilgilidir.
İsmet İnönü tarafından Ege adalarının Yunanistan’a verildiği iddiası, Lozan söz konusu olunca dile getirilen en büyük yanlışlardan birisidir. On iki ada evvela Trablusgarp Savaşı’yla elimizden çıkıp İtalya’ya geçmiş, I. Dünya Savaşı’nın sonunda yine İtalya’nın elinde kalmış ve II. Dünya Savaşı’nın bitimiyle onlar tarafından Yunanistan’a bırakılmıştır.
Günümüzde Türkiye’nin güçlenerek var olduğu bölgede oynadığı rolle bağlantılı olarak hilafet tartışmaları yapılmaktadır. Aslında, Osmanlı’dan ayrılan milletler kendi yollarına gitmişken, yeniden hilafet ve yeniden Osmanlı gerçekleşmesi imkansız denebilecek düşüncelerdir. Esasen, hilafet TBMM. tarafından kanunen kaldırıldığı 3 Mart 1924’de değil, Sultan Abdülhamid’in tahttan indirilmesiyle bitmiştir. Sultan Mehmed Reşat ve Sultan Vahdettin sembolik olarak halife sıfatını taşımışlardır. İmparatorluğun ilan ettiği cihad Araplar nezdinde istenilen etkiyi yapamamıştır.
Hilafet için iki kural esastır. Seyf ve biat, yani güç ve onaylanma. Halife’nin tehdidini ilkaaya kadir, yani yaptırım gücüne sahip olması gerekir. Ancak İngiliz vaadleriyle Osmanlı’ya karşı başkaldıran Araplar ne halifenin sözünü dinlemiş ne de kendilerini ona tabi saymışlardır. Hepsi olmamakla birlikte bazıları Osmanlı’yı arkadan vurmaktan çekinmemişlerdir. Aralarında Uceymi Sadun Paşa gibi halifeye ve Osmanlı’ya bağlı kalanlar varsa da ne yazık ki bunlar azınlıkta kalmışlardır.
Düşünün, yokluk ve imkansızlıklar içinde bir savaş kazanacaksınız, hakkınızdaki paylaşım planlarını elinizden geldiği kadar ortadan kaldıracaksınız, sonra tüm kazanımlarınızı 100 yıl gibi nelerin yaşanacağı belli olmayan bir zaman dilimi ile sınırlayacaksınız. Değil Lozan’ı imzalayanlar, hiçbir devlet temsilcisi bu kadar mantıksız ve öngörüsüz olamaz.
Netice itibarıyla, sırf siyasi karşıtlıklardan dolayı, yakın tarihimizi bu denli yanlış yorumlamaktan kaçınmak gerekir. Geçmişine daha sağlıklı bakan, bulunduğu yeri ve geleceğini mümkün olduğu kadar doğru okuyabilen bir toplum için bu şarttır.