Libya veya eski ismiyle Fizan, Osmanlı döneminde başkente uzak olduğu için sürgün yeri olarak algılanan topraklardan birisiydi. Devlet memurları açısından buraya tayin edilmek sürgüne gönderilmek anlamına gelirdi. Bu nedenle çeşitli sebeplerle uyarılması gereken kişilere seni Fizan’a sürerim tehdidi yapılır ve bu tehdit işe yarardı. Ancak Libya her şeye rağmen bir Osmanlı toprağı idi.
XIX. yüzyılın sonlarından itibaren, sömürgecilik yarışında geç kalan İtalya gözünü Kuzey Afrika’ya dikmişti. Tunus, Cezayir, Senegal, Moritanya gibi yerler Fransızların, Mısır İngilizlerin, Kongo Belçika’nın, Kamerun Almanya’nın olduğu için, İtalya’ya paylaşımda pek bir şey kalmıyordu. Sadece coğrafi olarak tam karşısında bulunan Libya vardı. İtalyanlar ordu ve sanayilerine güvenerek 1911 tarihinden başlayarak Libya’yı işgale kalkıştılar. Ancak ilk evrede başarılı olamadılar. Zira İtalyan ordusu Avrupa’da başarısızlıklarıyla ünlüydü. Napolyon “Avusturyalılar dünyadaki en kötü askerlerdir, ancak Tanrı onlar zaferi tadabilsin diye İtalyanları yaratmıştır” diyerek bu durumu veciz bir biçimde ifade ediyordu.
Libya’da aralarında Mustafa Şerif takma adıyla bölgeye giden Mustafa Kemal Bey, Enver Bey, Nuri Bey (Conker), Ali Bey (Çetinkaya) gibi vatansever subaylar halkı örgütleyerek direniş cephesi kurdular. İtalyan ordusu sahilden ileriye gidemedi. Ancak 1912 tarihinde Balkan savaşı patlak verince Osmanlı subayları bölgeden ayrılmak zorunda kaldılar. Böylece İtalya Libya içlerine doğru ilerleyebildi ve bölgeyi işgal etti.
Çöl şartlarında yapılan fedakârca mücadelelere rağmen beklenmedik bir anda Balkan savaşının patlak vermesiyle Libya tamamen elimizden çıkıyordu. İtalya, tarih derslerinde en bilinen konulardan birisi olan Ouchi (Uşi) (yada diğer ismiyle birinci Lozan) anlaşmasıyla Libya’nın yanı sıra on iki adayı işgal ediyordu. Anlaşmaya göre burayı geçici olarak ellerinde tutacaklardı. Ancak sözlerini tutmayıp Yunanlılara teslim ettiler. Böylece günümüzde Türkiye ile Yunanistan arasında devam eden adalar ve kıta sahanlığı sorunları meydana çıktı.
Osmanlı imparatorluğu açısından Balkan savaşının ağır bir hezimetle sonuçlanması deyim yerindeyse bir şok meydana getirdi ve faturası oldukça ağır oldu. Bu hezimet o tarihe kadar imparatorluğun yaşadığı en büyük buhrandı. Zira, imparatorluk idaresince Anadolu’dan daha fazla ehemmiyete sahip olan topraklar kaybediliyordu.
I.Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye kendi içine çekildi ya da çekilmek zorunda kaldı. Yeni kurulan cumhuriyetin yöneticileri ülkenin içinde bulunduğu durumdan dolayı on iki adayı ve Kıbrıs’ı geri alacak bir hamlede bulunamadılar. Özellikle on iki adanın verilmesi Lozan’da yaşanan ciddi bir kayıp olarak İsmet İnönü’ye mal edildi. Halbuki, yukarıda değinildiği gibi İtalyanlar adaları Yunanlılara bırakmışlar, onlar da fırsatı kaçırmayıp adaları terk etmemişlerdi. Bu tarihlerde devletin ve ordunun, özellikle donanmanın on iki adaları geri alacak bir durumu yoktu. 1911-1923 yılları arasında durmaksızın savaşan, harap olan ve varlık mücadelesi veren bir ülke için bu durum normaldi. İmparatorluk beraberinde eski ihtişamlı günlerini götürmüştü.
İlerleyen tarihlerde cumhuriyet donanması yeniden güçlenebildi. Aynı durum ordu için de geçerliydi. Günümüzde dünyanın en güçlü ordularından birisi haline gelen Türk Silahlı Kuvvetleri’nin toparlanma süreci zaman aldı. Nitekim II. Dünya Savaşı’na girilmemesinde, Alman işgali altındaki Yunanistan’a karşı harekete geçilmemesinde bu durum temel nedendi. Ne İsmet İnönü, ne de başka bir devlet adamı böyle bir harekâtın meydana getireceği sonuçları tahmin edemez ve faturanın altından kalkamazdı. Bu ülkeye çok pahalıya mal olurdu.
Bununla birlikte Türk Silahlı Kuvvetleri gerekli gördüğü bir zamanda Kıbrıs Barış Harekâtı ile Akdeniz’de boy gösterdi. Kısa sürede Kıbrıs’ın büyük bir bölümü denetim altına alındı. Amerika ve Avrupa Birliği Yunanistan’ı ve Rumları destekleyip harekatı işgal olarak değerlendirdiler. Ancak ne olursa olsun Türkiye halkının soydaşlarının yaşadığı eski imparatorluk toprağı Kıbrıs’tan uzak durmanın akıl karı olmadığını biliyordu. Dünyanın en stratejik noktalarından birisi olan, Akdeniz’in, Süveyş Kanalı’nın, Kuzey Afrika’nın ve Basra körfezinin bulunduğu coğrafyanın tam ortasına konulmuş yüzen bir uçak gemisine benzeyen Kıbrıs’la ilgilenmemek değil Türkiye hiçbir devletin aklının ucundan bile geçmezdi. Tarihi gerekçeler bir yana sadece bu konum bile harekâtın önemini göstermektedir. Nitekim Kıbrıs’a yerleşecek bir güç en başta Türkiye’nin güney sahillerini ve deniz ticaretini açıkça tehdit edebilirdi. Üç tarafı denizlerle çevrili ülkenin, Ege Denizi ve Akdeniz’de kendisine bırakılmış birkaç küçük ada ile yetinmesi kadar mantıksız bir tutum olamazdı.
Tümgeneral Cihat Yaycı tarafından Türkiye’nin deniz politikasında yeni bir konsept ve yaklaşım geliştirildi. Mavi Vatan adlı bu konsept Türkiye’nin Akdeniz ve Ege’deki kıta sahanlığı hakimiyetinin yeni sınırlarını belirlemekteydi. Bu konsept denizlerde milli bir dış politika ilkesi olarak kabul edildi. Türkiye Libya ile anlaşma yaparak yeni egemenlik alanlarını belirledi ve ilan etti. İki ülke Ege ve Akdeniz’de belirlenen söz konusu alan dahilinde izinleri olmadan deyim yerinde ise tahta parçası bile yüzdürülmesine fırsat verilmeyeceğini tüm dünyaya duyurdu.
Akdeniz ve Ege’de son dönemlerde önemli gelişmeler oluyor. Suriye’nin karışmasından sonra Çin, Rusya ve ABD Kıbrıs’ın tam karşısında konuşlandılar. İran ise Irak ve Suriye ile birlikte nüfuzunu Yemen’e kadar uzattı. Bu durum İsrail ve ABD’yi çok rahatsız ediyor. Ayrıca Akdeniz’de bulunan milyarlarca metreküplük doğalgaz rezervi cabası. İsrail, Mısır, ABD ve diğer ülkeler bu pastadan pay almak istiyorlar. Türkiye’nin kendi içine çekilip bu paylaşımı uzaktan izlemesi, Kıbrıs’ın yanı başında uluslararası güçlerin mücadelesine seyirci kalması mümkün değil.
Bazı kişiler, iç ve dış politika hususlarında yaptığım tartışmalarda, neyi savunduğumu anlayamadıklarını belirttiler. Yani deyim yerindeyse hangi tarafta olduğumuz belli değilmiş. Herkese yaranmaya çalışıyormuşuz. Ne şiş yansın ne kebap anlayışını temsil ediyormuşuz. Ancak, kendi kanaatimce gerçekleri ve doğruları ifade etmeye çalışmak birilerine yaranmak ise kabul ediyorum. Sanki tek eksiğimiz ona buna yaranmaya çalışmak kaldı da. Üstelim birilerine yaransa idim başka yerlerde olurdum.
Fakat şunu biliyorum: İnsan tarafsız kalamaz. Hatta tarafsızlık bile taraf olmaktır. Nitekim 1970’lerin sonunda politik olarak bir yere bağlı olmayan 100 ülke Bağlantısızlar Birliği adı altında toplanmışlardı. Amerika ve Sovyetler arasındaki mücadelede taraf olmayacaklarını belirtmişler ancak, kurdukları birlikte üçüncü taraf haline gelmişlerdi. Bu bakımdan herkes ister istemez bir taraftadır. Bu iki kere ikinin dört etmesi gibi dünyanın, kainatın ve insan doğasının bir gerçeğidir..
Askerimiz lejyoner değil, Libya neresi Türkiye neresi ifadeleri kanaatimce yanlış ve tutarsız. Türkiye değil Libya’da, Afrika ve Orta Asya’da her zaman var olmak ve kendine göre politikalar geliştirmek zorunda. Bu zorunluluk hükümetlerle değil, devletin kendisiyle alakalı. Bu bağlamda Türkiye’nin askeri olarak Libya’daki varlığını doğru bulmaktayım. Rusya’nın ne işi varsa bizim de aynı işimiz var Libya’da.
Yunanlıların Ege’de kıta sahanlığımız dahilinde işgal ettikleri kayalıklara dair bir harekette bulunulmaması durumu ise eleştiriliyor. Haklılık payı olan bu eleştiriye rağmen devletin burada stratejik ve politik olarak düşündüğü bir planı olmalı. Yoksa hiçbir devlet böyle bir harekete taviz vermez. Arjantin ve İngiltere arasındaki Falkland Savaşı bu gerçeğin somut örneğidir. Bu zamana kadar neden adım atılmadı sorusunun cevabını ben de merak ediyorum. Fakat şu bir gerçek Yunanistan, askeri ve siyasi olarak boy ölçüşemeyeceği Türkiye’ye karşı batıya güveniyor. Bu sebeple Türkiye’ye uygulanan baskılar harekete geçilmesini önlüyor olabilir.