Zaferlere Bir de Bu Açıdan Bakın
Duayen gazeteci İbrahim Kılınç'ın kaleminden.
30 Ağustos Zafer Bayramı, tüm ülkemize kutlu olsun. Ancak ben her bayramda, acı ve tatlı günlerde farklı düşünceler içine girerim. Özellikle kurtuluş günlerinde, milli günlerimizde Atalarımızı düşünür, bugünü bayram yapmamızı vesile olanlara dua ederim.
Kurtuluş savaşında sırtında bebeği kağnı ile cepheye mühimmat taşıyan Anadolu kadınından, aç açık cephede düşmanla mücadele veren dedelerimize kadar her şey bağımsızlık özgürlük ve gelecek nesle daha güzel yarınlar bırakmak için değil mi? Elbette evet…
Allah’a şükürler olsun ki o kara ve zor günler geride kaldı ama yarın aynı sıkıntılara düşmeyeceğimizin elbette garantisi yok. Bunun için ne mi yapmalıyız…
Öncelikle milli duygulara sahip çalışkan bir nesil yetiştirmeliyiz…. Her şeyin başı bence bu…
Mehmet Akif Ersoy’un “Kim kazanmazsa bir ekmek parası dostunun yüz karası, düşmanının maskarası” sözü ile İnönü’nün “Namuslular en az namussuzlar kadar cesur olmalıdır” sözü çok hoşuma gider….
Son zamanlarda oluşan televole kültüründen hep üzülür endişe ederdim, acaba milli ruhu kayıp mı ediyoruz diye kendi kendime sorardım. Ancak 15 Temmuz gecesi bu milletin dedesinin izinde olduğunu görünce endişelerimin yersiz olduğunu fark ettim.
Fakat gördüğüm tek eksik çocuklarımızı yanlış seviyoruz.
Nasıl bir asker savaş anında hayatta kalabilmesi ve görevini yapabilmesi için en çetin şartlarda eğitilmesi gerekiyorsa çocuklarımızı da aynı anlayışla yetiştirmeliyiz…
Bu konuda kulağıma küpe olan bir hatırayı sizinle paylaşmak istiyorum. Geçtiğimiz yıllarda Muğla’da vergi rekortmeni olan Salih Bülbül ağabeyimden dinlemiş olduğum bir hikaye vardı. Zamanında anacağızı yokluktan çocuklarını bağa bahçeye eşeğe arttığı heybenin gözünde taşırmış. Yani bugün vergi rekortmeni olan çocuk heybenin gözünde taşınıyormuş….
Gelelim hikayeye; Olay Fethiye’de geçer. Birkaç çocuğu olan Ailenin Reisi baba, delikanlı olan ortanca oğlu Ahmet’in kabiliyetlerini sezince evde hanımına der ki; “Hanım Ahmet’in valizini hazırla artık evden gitsin kendi başının çaresine kendisi baksın”. Oğul Ahmet ilk gün bir şey anlayamaz veya anlamak da istemez. Akşam baba işten eve geldiğinde Ahmet’in duyacağı şekilde yine hanımına seslenir. “O Ahmet daha evden gitmedi mi” diye.
Kuraklık, yokluk ve zor yıllardır. Ahmet 3. Gün aynı şeyi duyunca dayanamaz terk eder evi. Gözünde acımasız ve cani bir babası vardır. Öper anacığının elini gider Fethiye’ye…
Bir lokantada karın tokluğuna bulaşıkçılığa başlar. Kısa sürede garsonluk, aşçılık bir işletmede öğrenilmesi gereken ne varsa öğrenir. Bu arada işlerini yoluna koyan Ahmet, zorlu hayat şartlarının hüküm sürdüğü köyden diğer kardeşlerini de getirir yanına… Bir süre sonra çalıştığı iş yerini devralır…Ardından şubeler açar…
Aradan yıllar geçer… Yaşadıklarını bir kenara bırakıp acımasız ve gaddar babasının yanına gidip hem elini öpecek hem de ‘Beni sevmedin kovdun ama bak ben kimseye boyun eğmedim’ mesajı verecektir…
Son model arabası ile gider mütevazı baba ocağına öper büyüklerin ellerini… Sohbet açılır; Ahmet sorar babasına; “Hiç mi sevmedin hiç mi acımadın da beni evden kovdun. Nasıl ettin bensiz..” diye..
Koca Çınar işte bu dakikadan sonra adeta dökülür; “Evladım beni baba olunca anlarsın. Senin her gününü her adımını takip ettim. Annene sor kaç gece evin bahçesindeki incir ağacının dibinde sabahlara kadar kimseye göstermeden gözyaşı döktüğümü… Ben seni tanımasam göndermezdim. O gün seni göndermeseydim. Bugün ne sen ne de kardeşlerin bu halde olurdunuz…
Sevgi sadece çocuğun yüzünü sevip okşamakla olmuyor. En iyi şekilde hayata hazırlamakla oluyor…Sen birkaç gece ağladın ama ben yıllarca gizlice ağladım” diyerek bitiriyor cümleleri…
Ne dersiniz çocuklarımızı hangimiz çok seviyor… Hangimiz güzel yetiştiriyor…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.